Emekli öğretmen İ. Gürdal Sümer’in kaleminden “Biz çocukken” adlı geçmişte kalan çocuk oyunlarını içeren yazısı
“Çocuk” desem aklınıza ne gelir? Aklınıza iki sözcük gelse inanıyorum ki biri oyundur. Çocuk ve oyunu birbirinden ayıramazsınız. Bu sarsılmaz bir birlikteliktir. Bebeklik çağı bittiğinde, dışarıya adım attığında, arkadaşlarıyla buluştuğunda yepyeni bir dünyanın içine girer o çocuklar. Bu dünya oyun dünyasıdır. Bu dünyaya girdiğinizde bir daha çıkamazsınız. Taa ki çocukluğunuz bitinceye kadar. Oyun oynamayan bir çocuğu düşünmek, hayal etmek çok zor. Biz öyleydik, oyun çocuğuyduk.
Günümüz çocukları da oyun oynuyor. Ama ne oyun. Yeni model telefonlarda, tabletlerde… Öyle oyunlar yüklü ki akıl almaz. Ne yazık ki çocuklar bu cihazlardaki yarasız oyunların tutsağı oldular, bağımlısı oldular, daha da hızını alamayanlar internet kafelerin müşterisi oldular. Çocuklar için sağlıksız olduğunu bile bile göz yumduk, yumuyoruz.
Oysa eskiden çocukluğumuzda böyle değildik. Telefon, tablet, internet bizim dünyamızda yoktu. Oyun alanımız bahçeler, arsalar bir de çok az aracın geçtiği yollardı. Komşu çocuklarıyla, sınıf arkadaşlarıyla yoruluncaya kadar, akşam güneş batıncaya kadar oynardık. Oynadığımız oyunlar tek kişilik değildi. Birden fazla çocuğun oynadığı oyunlardı. Bu oynadığımız oyunlarla hayal gücümüz genişledi. Kuralları ve kurallara uymayı öğrendik. Arkadaşlığı kavradık, arkadaşlarla ortak yönümüzü gördük. Yardımlaşmanın ne kadar gerekli olduğunu anladık. Oyun sonlarında biriken enerjinin boşaldığını hissettik, rahatladık.
Gelin ben size o oyunlardan birini anlatayım. Çellik! Belki de duydunuz bu oyunu. Bireysel ya da ekiple oynanır, Bir uzun birde kısa değnek gerekir. Ama oyun başlamadan önce taraflar arasında anlaşma yapılır. Binmesine mi, kölesine mi diye. Anlaşma yapıldıktan sonra yerde avuç içi kadar bir çukur açılır. Kısa değnek bu çukurun üstene konur. Uzun değnekle kısa değneği ileriye fırlatır. Karşı taraf havada yakalarsa oyuncular yer değiştirir, Yakalayamazsa kısa değnek düştüğü yerden daha da uzağa fırlatır. Fırlattığı yerden küçük çukura kadar adımlar sayılır. Oyun sonunda adım sayısı fazla olan taraf oyunu kazanmış sayılır, Binmesine oynandıysa küçük sopanın düştüğü yerden fırlatıldığı yere kadar kaybedenler kazananları hobucunda yani sırtında taşır, Eğer oyun kölesine oynandıysa sayıca üstün olan taraf oyunun galibidir. Ayrıca bir cezası yoktur.
Yıllar öncesinin Atatürk İlkokulunu aklınıza getirin. Belleğiniz elveriyorsa “Zeytinli Bahçe” hemen anımsarsınız. Adını içindeki zeytin ağaçlarından alan bir oyun bahçesi. Her ne kadar adında bahçe sözcüğü geçiyorsa da orası bir öğrenci oyun alanıydı. Bu bahçede neler oynandı neler. Bir tanesi “Uzun Eşek”. Dörder ya da beşer kişilik iki takım halinde oynanır, Takımın biri eğilerek birbirinin arkasına durur. Diğer takımın üyeleri zıplayarak eğilenlerin üstüne oturur, İlk atlayanlar oldukça ileriye atlamak zorundalar yoksa arkadaki arkadaşlara yer kalmaz. Bu oyunun oynandığı sırada seslere gürültü diye bakmayın, onlar enerji boşaltıyor.
Yaşantımız içinde birçok işimizi elimizle parmağımızla yaparız. El ve parmak kaslarımız güçlüyse daha da kolay yaparız. Bir çocuk oyunu var, el ve parmak kaslarının gelişmesine yardımcı olan. Biz ona “Cimcim” deriz. Daha çok kız çocuklarının sevdiği oynadığı bir oyun. İki kız çocuğu yere oturur, öyle rastgele değil karşılıklı oturacaklar. Önlerinde küçük küçük taşlar olacak. İlk oyuncu avcuna alabildiği kadar taş alacak. Onları havaya fırlatacak. Çok yükseklere değil, 20-25 santim kadar. Hemen elini ters çevirecek. Elinin üstüne dökülen taşları tekrar havaya fırlatarak kapmaya çalışacak. Kapamazsa yere düşen taşları tek tek almaya çalışacak. En fazla taş kapan taraf oyunu kazanacak. Ama elleri ve giysileri toz toprak içinde eve dönecek. Annesi çok kızacak, azarlayacak, “ne bu halin !” diyecek. Derse desin, oyunu kazandı ya… Oysa annesi yavrusunun el ve parmak kaslarını güçlendirdiğinin, onlara hızlı ve zamanında hareket etme becerisi kazandırdığının farkında değil.
Bazı oyunların kendine özgü bir tekerlemesi vardır. Ben şimdi “Birdirbir, ikidir iki, üçtür üç …” diye bağırsam aklınıza hangi oyun gelir? Adı üstünde aklınıza kolayca “Birdir bir” oyunu gelir. Sıçrama ve sıçrayarak bir engeli aşma becerisi kazandıran bir oyun. İlk çocuk yere doğru eğilir arkadan gelen sıçrayarak onun üzerinden atlar. Her atlayan çocuk yine yere doğru eğilir, arkadan gelen arkadaşının kendi üstünden atlamasını bekler. Zincirleme uzar gider.
Buna benzeyen bir oyun daha var, “Güvercin Taklası”. Ortaokulda başladığımız kasa minder hareketlerinin ön provası gibi bir şey. İki çocuk karşılıklı olarak eğilir, diğer iki çocukta yanlarında sırt sırta durur. Böylece takla atacak kasa kurulmuş olur. Bu kasa üzerinde düzgün atlarsalar sorun yok. Atlayamazsa diğer ekip kasa vaziyeti alır. Seslerin yükseldiği gürültüye dönüştüğü bir oyun. Bir geniş açık alan oyunu. Çocuklar bağırıyor. Bırakın bağırsın çocuklar, çevrede çok ev yok, çok insan da yok. Enerjiniz boşalsın kaslarınız gelişsin. Akşama en fazla annenizden bir azar yersiniz. Ama annenize hak verin. Akşama kadar işçi gibi çalıştı ortalığı süpürdü, çamaşırı yıkadı, yemeği yaptı, tam dinlenecek sen toz toprak içinde eve giriyorsun. Eskiden böyleydik.
Ayakkabı ile taşa bilerek vurulur mu? Vurulmaz. Ama çocuklar vurur. Ya ayakkabı yeniyse, olsun çocuk yine vurur. Çünkü oynayacağı oyunun gereği bu. Çıplak ayakla vuracak değil ya! Bu oyunun adı “Çizgi” ya da “sek sek”. Çokça kız çocukların tercih ettiği bir oyun. Genellikle 2 kişi oynar. Halıdan küçük bir toprak saha bunun için yeter. Bir taş veya bir sopayla ortalama üçe dört metre boyutunda bir dörtgen çizilir. Bu dörtgen içinde sekiz küçük dörtgene ayrılır. Çocuk ilk dörtgene el kadar yassı bir taşı atar
Tek ayaküstünde durur ve o tek ayağını taşa vurarak bir sonraki dörtgene taşır. Taşın durduğu yer çizginin üzerinde olmamalı. Çizgi üzerinde durursa olmaz. Oyunu kaybeder. Taşları taşırken yorulur. Beşinci dörtgende dinlenir. Dinlenirken diğer ayağını da yere basar. Her dörtgenin kendine özgü sesleri ve hareketleri var. Bunları düzgün yapamazsa yerini arkadaşına bırakır. Çocuk bu oyunu kilteli naylon ayakkabı ile oynadıysa sorun yok. Akşama kadar oynasa da sorun yok. Ama normal bir ayakkabı ile oynadıysa, ucu da biraz deforme olduysa yandı. Ya annesi ya da babası azarlayacak, o ayakkabı ile bir daha oynarsa alacağı cezayı da öğrenecek. Oysa çocuk oyundan büyük zevk almıştı. Yediği azar oyundan aldığı zevki götürdü gitti.
Gelin şimdi sizinle annenin babanın hiç kızmayacağı bir oyunu konuşalım. Açık alana gitmeye de gerek yok. Evin içinde bir defter bir kalem yeter. Defterin boş bir sayfasına sütunlar çizeceğiz. Bu sütunlara başlık olarak kent, devlet, hayvan, meyve, yemek, eşya, kitap gibi isimler koyacağız. Son sütun alacağın puanlar içindir. Ayrıca her harf için satırlar ekleyeceğiz. Örneğin sırada D harfi varsa D ile başlayan bir devlet isimi, bir hayvan ismi, bir kent ismi yazacağız, sütun başlığı neyi gerektiriyorsa onu yazacağız. Sıra Ş harfine geldiğinde meyveyi bulursunuz da devlet ismini nasıl bulacaksınız.
Hadi bakalım biraz bilgilerinizi yoklayın. Bu oyun iki kişi ile de oynanır yedi sekiz kişiyle de. Gereken sözcükleri yazdığınız ölçüde başarılısınız demektir. Bu oyun değişik konularda bilgi hazinenizi ölçer. Ülke coğrafyasına, dünya coğrafyasına, sosyal yaşama, kitaplara ne kadar yakınsınız onu görürsünüz. Arkadaşlarınızla yarıştınız, bilgi alışverişi yaptınız, bilgilerinizi tazelediniz. Üstelik üstünüz başınız kirlenmedi, toz toprak çamur içinde kalmadınız. Böylece anneniz babanız size hiç kızmaz. Biraz gürültü mü oldu, olursa olsun. Gürültüsüz oyun mu olur!
İlkokulda en sevdiğim derslerden biri beden eğitimiydi. Elbette okulun disiplini vardı, kuralları vardı ama bu derste özgürce oynadığımız oyunlar da vardı. Koşuyorsun bağırıyorsun birikmiş stresini, enerjini boşaltıyorsun. Bunun yanında ani ve doğru kara verme becerisini kazanıyorsun. Hızlı koşma yeteneğin gelişiyor. Bu yararlı oyunun adı “Mendil Kapmaca”. Belki de anımsadınız bu oyunu. Öğretmen sınıfı ikiye ayırır. Ayrılan taraflar yan yana dizilir ve aralarında 40-50 mesafe olacak şekilde karşı karşıya dururlar. Tam ortada elinde mendil sarkıtan bir öğrenci durur.
Öğretmenin el işaretiyle taraflardan birer öğrenci hızla mendile koşarlar, kim mendili kapıp rakibine yakalanmadan kendi tarafına varırsa kazanmış sayılır. Genellikle yarışan öğrenciler aynı anda mendile varırlar. Burada önemli olan uygun zamanı kollayıp mendili kapıp kaçmaktır. Kaçarken arkadaşına yakalanırsa kaybeder. Onun için uygun ve doğru zamana iyi karar vermeli. Yakalanmadan mendili getirirse ödülü arkadaşlarının okulu inleten sevinç çığlıklarıdır. O sevinç çığlıkları hiç unutulmaz.
“Önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe !” Çevreye yayılan bu yüksek tekerleme oyunun başladığını gösterir. Çocukluğumuzda hepimizin oynadığı bir oyun. “Saklambaç”. Öngörü yeteneği ve sürat bu oyunun temel özelliğidir. Kimler nereye saklandı, hangi duvarın arkasında, hangi odada gizlendiler? Ebe onları bulmak zorunda. Ama bulmak yetmiyor, Süratle koşup arkadaşından önce sobelemesi gerekiyor. Genellikle 7-8 kişiyle oynanabilen bir oyun. Oyun başlamadan önce bir kişi ebe seçilir. Ebe gözünü kapatarak, başını bir ağaca veya duvara dayar. Saymaya başlar. Bu sırada arkadaşları değişik yerlere saklanır. Sayma bitince oyunun ünlü tekerlemesini yüksek sesle ilan eder. Arkadaşını bulunca süratle geriye döner, sayı saydığı yerde sobeler. Bulduğu arkadaşı kendinden önce sobelerse oyunu kaybeder yine ebe olur. Yine bağrışmalar, itirazlar daha da ileriye gidip küsmeler bu oyunun olmazsa olmazı gibidir.
Nişan alıp vurma becerisini geliştiren bir oyunumuz var. Ama avcılık değil. Camdan yapılmış fındık büyüklüğünde bilyelerle oynanan bir oyun. Bazen bilye demezdik pirili derdik. Açık alanda toprak üstüne bilyeleri koyarız Karşıda rakip arkadaşın bilyesi var. İşaret parmağımızı orta parmağımızın üstüne koyacağız. Ve orta parmağımızla bilyemize vurup hızla rakibin bilyesine çarptıracağız. Çarptırırsak o bilye bizimdir, çarptıramazsak bilye rakibindir. Bazıları o kadar beceriklidir ki kazandığı bilyeler cebine sığmaz. Bu onun için bir övünç kaynağıdır. Haksız da sayılmaz çünkü karşıdaki bilyeye nişan almasını o bilyeye vurma becerisini iyi geliştirmiş. Oyundan sonra üstünü başını düzeltmeli, giysilerinde toz toprak varsa temizlemeli. Yoksa annesinden gelen eleştiri sevincini alır götürür.
Çay tablası büyüklüğünde 7-8 yassı taşı üst üste koyacaksınız. Yani taştan bir kule yapacaksınız. Sonra elinize yine yassı bir taş alacaksınız. O taş bir simitten büyük olmayacak. 10-15 adım geriye çekilin, fırlatın o taşı kuleye. Yıktıysanız kuleyi aferin size. Kazandınız.
Yıkamadıysanız verin o taşı rakibinize, o fırlatacak kuleyi yıkarsa o kazanacak. Biri kazanacak diğeri kaybedecek. Böyle olunca da tartışmalar, bağrışmalar yakın evlerin içine kadar girecek. Hatice Hanım’ın kafası şişecek, pencereyi açıp çocuklara “aman a çocuklar az ötede oynayın, çocuğu uyutamadım” diyecek.
Gelişen teknoloji, betona boğulmuş kentleşme ne boş alan bıraktı ne de boş arsa. Çocuklar odalarına kapandılar. Ellerindeki elektronik cihazların oyuncağı oldular. Hareketsiz kaldılar. Gereksiz kilo aldılar. Erken vücut gelişimi sıkıntılar getirdi. Acımasız kapitalist sistem anne babaların paralarını, çocukların sağlıklı gelişimini aldı götürdü. Oysa sokak oyunları devam edebilseydi daha ne güzel oyunlar oynayacaklardı. Körebe oynayıp görmeden sezinleme yeteneğine sahip olacaklardı. Oyundan çok bir spora benzeyen ip atlamaya ne dersiniz? Her atlayışın her zıplayışın getirdiği özgüven ona yeter. “Yağ satarım bal satarım, ustam ölmüş ben satarım” daki çocukların neşesini, “kutu kutu pense” de sergiledikleri dikkati hiç unutmadık.
Ellemeyin çocuklara. Boş alanlarda oynasınlar. Bağırsınlar, gürültü yapsınlar, kafamızı şişirsinler. Çocuk olmanın gereğini yapsınlar. Biz öyle çocuklardık.
Aziz Nesin’i biliyorsunuz, usta bir yazarımız, çocukları çok severdi. Ölmeden önceki sözlerini anımsayın! “Mezarımın yeri belli olmasın, üzerimde çocuklar oynasın!