Kişilerin veya toplulukların siyasi kimliklerinin, hayata karşı duruşlarının, kavramlarla, tanımlamalarla kategorize edilebildiği zamanı doldurduğumuz görülüyor. Kargaşa, kavramlarla oynayarak, içleri boşaltılarak veya bizatihi karşıtınca kendini tanımlarken kullanılarak yaratılıyor. Kafalar karmakarışık, bazen ak kapkara kara bembeyazmış gibi görülebiliyor artık! Buna görsel algının yönetilebilmesinin sonucudur diyorsak, düşünsel gelişmişliği nereye koyacağız? Eğer düşüncenin derinliğinin ve yaygınlığının görsel algıyla belirlendiği bir dünyaya alışmalıyız diyeceksek, insanın iradesine de hükmedildiğini kabul etmiş olacağız!
Genel olarak, bireyin iradesinin yönetence belirlendiği, bireysel hak ve özgürlüklerin ?biat? ön koşuluna bağlandığı bir sisteme isim aramanın anlamı yoktur. Rengi ne olursa olsun bunun adı faşizmdir. Zira artık faşizm kavramı, Mussolini?nin ve ne de Hitler?in ideolojilerine hapsedilmekten çıkmış, geniş anlamda radikal otoriteryen ırkçı/milliyetçi, dinci veya militer sistemlerin tanımı haline dönüşmüştür. Ülkemiz açısından bakılınca bu durum daha net görülebilmektedir; ne İtalyan usulü bir milliyetçiliği, ne Alman usulü bir kan bağı anlayışını birebir gözlemek mümkün değildir. Eğer bu iki kıstas ile sınırlayarak ülkemizdeki sisteme bakarsak rejime dair tespitimiz eksik olacaktır.
Bugün ülkemizde, sorgulanamaz dinsel kural ve inanışlar toplumsal kurallar haline getirilmeye başlanmıştır. Nitekim sosyologların buna ?mahalle baskısı? diyorlar. Mahallede baskı hissedenlerce, yakın gelecekte bu kuralların hukuk kuralı haline dönüşeceği endişesinin duyulduğu, yönetence belirlenmiş yaşam tarzının hukuk eliyle uygulanacağı inancının yerleştiği de varittir. Laikliğin katı ve şekli kurallı hali, bizatihi insan hak ve özgürlükleri söylemleriyle fiilen uygulamadan kaldırılırken, Anayasal düzenlemenin varlığı dahi uygulamayı sağlayamamaktadır. Aynı devletin sosyalliği yerine sadaka dağıtıcılığının yerleştirilmesi gibi..
Siyaseten, her türlü otoriter/baskıcı rejimleri tanımlarken artık dünyada faşizm kavramı kullanılmaktadır. Zira bu rejimlerin amacı ve bu amaç uğruna kullandığı argümanlar bellidir; toplumu, birlik-beraberlik, ulusal değerler, dinsel inançlar, tarih bilinci, vatan-bayrak-devlet üçlemesi ile somuta indirgenmiş hizmete dair millet adıyla bütünleştirmek. Bütün bunları, gelişmiş görsel ve yazılı basın yoluyla, her türlü iletişim araçlarıyla yineleye yineleye gerçekliğine inandırılmış ?yalan?larla yapmak. Yalan, zaten faşizmin en önemli propaganda malzemesidir.
Yalanın iletişim araçlarıyla gerçekmiş gibi empoze edilmesi yetmemekte, yaratılan yalanın farkına varılması ve yalana meşru yollarla karşı çıkılması da hukuk yoluyla engellenmeye çalışılmaktadır. Çünkü yalan üzerine bina edilen, kabul ettirilmeye çalışılan bir rejimin, yüzündeki maskeyi düşürecek toplumsal ve siyasal muhalefete tahammülü olamaz! Bu sebeple ?bir?leştirilmeye çalışılan toplumun içinden, ayrık otlarının ayıklanması rejimin bekası için zorunlu görülmektedir.
Son on yıldır ülkemizde yaşanan ve ivmesi yükselen sürece bu gözle bakılmalıdır. Ergenekon, Balyoz, ÇHD gibi davalar, ayrık otları olarak görülen odakların topluca ayıklanması ve ayrıca toplumsal muhalefete gözdağı verme çabası olarak nitelendirilebilir. Bir başka anlatımla bu davalar, toplumu yeniden dizayn etme, kurulmakta olan yeni rejime yabancı kalacak unsurları temizleme ve sindirme, yerine geçtiği eski rejim bağlantılarını tasfiye etmenin hukuk kullanılarak yapılmasından ibarettir. Üstelik bu hukuk, Avrupa birliği müktesabatına uyum maskesiyle yaratılmıştır. Bu nedenle özel olarak yetkilendirilmiş Mahkemelerdeki bu tür davalarda evrensel hukuk kurallarının ve savunma hakkının uygulanıp uygulanmadığını, yargılamalarda yürürlükteki hukuka dahi aykırılığın mevcut olup olmadığını sorgulamak, zulmün teşhir edilmesinin yanı sıra, yalanlarla uyuşturulmuş toplumun, adalet duygusunun ve vicdanının harekete geçirilmesi çabasından ibarettir.
Gerçek şu ki; iktidar odaklı ve tasfiye amaçlı bu tür davalar siyasi tarihte ne ilktir ve ne de son olacaktır! Hukuk egemen kılınmadıkça, her dönem egemeninin hukuku uygulanacaktır. Bu yüzden iktidarların, gösterdikleri ?öcülere? karşı reform söylemleriyle kendi hukukunu yaratıp iktidarını sağlamlaştırırken, evrensel hukuk kurallarına, insan hak ve özgürlüklerine saygılı olmalarını ve uymalarını beklemek gerçekçi değildir.
Demokrasi geleneğinin ülkemiz pek de yerleştiği söylenemez. Siyasi tarihimizde yönetme hakkı seçime bağlanmışsa da, seçimle gelenin ?yönetme yetkisi? de asıl iktidar sahiplerince peşinen sınırlanmıştır. Böyle bir yapının demokratik ve hukuki olduğu elbette söylenemez. Ancak AKP iktidarı, devletin kurucu/asıl iktidar sahiplerini tasfiye ederken, yerine kendi faşizmiyle yerleşmiştir. Kullandığı argümanların aksine, ortaya çıkan yapı demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği bir rejim yerine, kendi egemenliğinin hukukuyla örülmüş, emperyalizme tam bağımlı, bölgesinde figüran rolünü üstlenmiş ve tarihsel olarak daha geri bir yapıdır. Bu yüzden dümene geçince demokrasiyi seçimle sınırlı tanımlayan, ?oy çokluğuna? dayanarak her şeyi yapabileceğini söyleyen bu iktidara da karşı durmak bir zorunluluktur.
Her türlü toplumsal muhalefetin susturulduğu ve sindirildiği bir sistemin adı demokrasi olamaz. Bizatihi kendisini pışpışlayarak besleyip büyütenlerin mazlumu edebiyatı ile zalimliğini gizleyen, koltuğunu pekiştirinceye kadar takıyye yapıp yaltakçıları peşine takan ve sonrasında kendi iktidarına tam bir biat isteyen, örgütlü muhalefeti geçtik, eleştiriye dahi tahammül edemeyen bir rejime demokrasi elbisesi dahi uymaz.
Peki böylesi bir iktidara karşı muhalefet nasıl yapılmalıdır? Özellikle 12 Eylül faşizmi ile her türlü örgütlenme yasaklanıp, aksi terörist damgası için yeterli görüldüğünden ve gösterildiğinden, hazır örgütlü bir muhalefet bulmak zor. Devleti demokratik hukuk devleti yapan tüm kurum ve kuruluşlar, iktidarı denetlemek bir yana, hukuksuzluklarının meşrulaştırıldığı bir mevzi haline getirilmişse, meslek birlik ve odaları ile sendikalar ele geçirilmiş, susturulmuş veya sindirilmişse, demokratik kitle örgütleri televizyonlardan yalan haber bombardımanları, gazetelerden sekiz sütuna manşet duyurularla toplum inandırılıp kolayca terör örgütü gibi lanse edilmekte ve yöneticileri tutuklanarak zindanlara tıkılmaktaysa, yani demokratik yollardan muhalefet etmenin imkanı kalmamışsa örgütlü bir muhalefet yaratabilmek pek de kolay değildir. Üstelik her yeni iktidarın yaptığı gibi, her türlü muhalefeti tasfiye ettiği eski rejimin taraftarı ve darbeci olmakla yaftalamak da muhalefeti öcü göstermenin ve yok etmeyi meşrulaştırmanın bir başka yolu artık. Keza, her dönem geçerli olan ?kökü dışarıda, faiz lobisinin desteklediği? etiketlerini de unutmamak lazım..
Burada ciddi bir paradoks var aslında; varlığını ve gücünü darbeye ve hukukuna borçlu olan, darbelerin kanatları altında kollanıp beslenip palazlananlar, iktidara geldiğinde darbelerin yapılma nedeni gösterilip ezilenleri ?darbeci? olarak suçlayabilmekte ve bu yalana toplumu inandırabilmektedir! Bu paradoksal durum, toplumsal hafızamızın zayıflığı, güce tapma genetiğimiz veya kavramlarla ve algılarımızla oynanmasının sonucu mudur, takdiri okuyucuya bırakalım.
Kesin olan şu ki; darbe, dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın kötüdür; yüzlerce yıllık mücadele ve deneyimle kazanılmış ve idealize edilmiş demokrasinin bir seçeneği veya ona kavuşma yolu olarak görülmesi kabul edilemez. Darbelerle dizayn edilerek kurulmuş ve işleyen bir demokrasi örneği yoktur. Bugün onu bile kaybetmeye tahammül edemeyeceğimiz şekil demokrasisinin inşası da zaten bir darbe hukuku ve anayasasıyla yapılmıştır. İçerik olarak, örgütlenmeye, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi mücadelesine kapalı olduğu da binlerce kez tecrübe edilmiştir. Belli aralıklarla yapılan seçimlerde oy verme hakkının tanınmış olmasıyla sınırlı bir demokrasi anlayışı, yukarıda izaha çalışılan faşizmin yalan propagandalarındandır. Bir başkası da, en çok oy alanın dilediğini yapabilme kudretini ele geçirdiğine dairdir. Bu nedenledir ki demokrasi, çoğunluğa karşı azınlığın hak ve özgürlüklerinin hukuksal güvenceye alındığı sistemdir.
Peki; bir birey, bir hukukçu ve toplumsal muhalefetin içindeki bir insan olarak ne yapacağız? Yavaş yavaş kurum ve kurallarıyla, hukukuyla inşa edilen bu rejime teslim mi olacağız? Elbette hayır! Geçmişte olduğu gibi yine,ama bu kez kaybedeceğimiz çok daha fazla mevziilerimiz için faşizme karşı direneceğiz. Onurumuz için, çocuklarımız için, geleceğimiz için direneceğiz. Faşizmin dayattığı gibi sevmek zorunda olmadığımızı bilerek memleketimizi, gerçek memleket sevdamızı göstererek direneceğiz. Faşizmin en korktuğu güçle, örgütlü halkın en dinamik ve aydınlık yüzüyle direneceğiz. Muhalefet edene taktıkları ?darbeci? yaftasını yırta yırta direneceğiz. Kendilerinin alternatifinin eski düzen olmadığını da haykırarak, faşizmin her türlüsüne hayır diyerek direneceğiz.
İşte bu gözle bakıldığında, son damla ile taşan, kendiliğinden yükselen ve sokaklarda büyüyerek alanları saran Haziran direnişi daha bir anlamlı geliyor.