www.haberanamur.net te yayınlanan haber ve fotoğraflar, kaynak gösterilerek dahi kullanılamaz.
Emekli öğretmen İ. Gürdal Sümer’in kaleminden “Öğrenci Olmak”
Adı Türkan’dı. Komşu kızıydı. Beraber oynardık portakal bahçesinde. Küçücüktük. Okula da gitmezdik. Küçük taşlardan evcikler yapardık. Dal ve yaprak koyardık o taşların üstüne. Sonra da toprak sererdik toprak damlı ev olsun diye. O anne olurdu ben baba. Evin içine de bir kedi yavrusu koyardık çocuğumuzmuş gibi. Bazen portakal isterdi, koparır getirirdim ağaçtan. Çiçek istediği zaman da annemin saksılarına koşardım. Annelerimizin uyardığı gibi güzel güzel oynardık!
Bir gün oynamaya gelmedi. Evlerimiz yakındı. Annesine gittim. Niye gelmediğini sordum. Bundan sonra oynamaya gelmeyeceğini, okula başladığını söyledi. Çok üzüldüm, yıkıldım. Soluğu evde aldım. Okula başlamak istediğimi anneme söyledim. Küçük olduğumu, gelecek sene okula başlayacağımı anlatınca biraz daha üzüldüm. Okula gidememek ne kadar kötü…
Okuldan geldi bir gün, Türkan. Siyah önlük, beyaz yaka, beyaz kordelasıyla. Tertemiz pırıl pırıldı. Beni toz içinde oynarken gördü. Yanıma geldi, çantasını açtı bana defterini gösterdi, defterinde çizgiler harfler vardı, onları anlattı. Anlatırken kıskandım. Çantasını topladı gitti. Kala kaldım orada arkadaşsız, Türkan’sız.
İyi ki zaman yerinde durmuyor. Günler geçti, aylar geçti ben de okula başladım, hem de bir kamyon yükü heyecanla. İlk sabah Türker abim beni okula götürürken aile dostumuz “Hacemin” Amca pencereden seslendi. “Bu daha küçük götür bunu geri!” Kızdım. Hem de çok. Meğer şakaymış. Ama ben onun şaka olduğunu kavrayacak yaşta değildim ki…
Bir çocuğun okula başlaması o çocukta başka bir yaşamın başlaması gibi bir şey. Yüzüne gülen öğretmeni, diğer öğretmenler, sınıflar, yeni arkadaşlar, karatahtalar, sıralar ve uyması gereken kurallar. Al sana yeni bir dünya!
Hem okuma hem de yazmayı öğrenmenin getirdiği özgüven ve üstüne bir de “Hayat Bilgisi” ile tanışmak ta çok güzel!
Sabah yürüyerek okula giderken ve okul dönüşü karşımızdan gelen inek sürüsü de günlük yaşamın parçası gibiydi. Demek ki kent içinde bile inek besleniyormuş.
Sabah ilk dersimize başlamadan önce elimizi on parmağımız görünecek şekilde sıranın üstüne, yanına kumaş mendilimizi ve üzerine de diş fırçasını koyarız. Öğretmenimiz başlar kontrol etmeye. Ellerimiz temiz mi, tırnaklarımız kesilmiş mi, mendilimiz var mı, dişlerimizi fırçalıyor muyuz. Bu kontrolden kesinlikle alnımızın akıyla çıkmamız gerekir. Yoksa karnemizdeki “Temizlik ve İntizam”, “Diş Koruma” gibi bölümlere “Pekiyi” yazdıramayız.
Başladığım okul Atatürk İlkokulu’ydu. Reşat Coşkun ilk öğretmenimdi. Birinci sınıfta okumayı, yazmayı, sayıları öğreten öğretmen. Ertesi yıl Kıbrıs İlkokulu’na gidince Urfa’nın Siverek ilçesinden gelen Şerafettin Özkürkçü benim öğretmenim oldu. Resim, müzik, spor dallarında çok yetenekliydi. Onu hiç unutmam. Sadece onu değil, başöğretmenim Süleyman Sırrı Gökmen’i ve diğer öğretmenleri; Mehmet Ali Yalçın’ı, Tahir Oral’ı, İbrahim Demir’i, Durmuşali Baz’ı da unutmadım. Unutmadım ama o yaşta yediğim dayakları da unutmadım.
Dördüncü sınıfa geldiğimde Tarih dersiyle tanıştım. Gazi madalyası sahibi dedem Terzi Süleyman’ın bana anlattığı savaş anıları bana bu dersi çok sevdirdi. Dedem zevkle anlatırdı ben de zevkle dinlerdim.
Bayramlara izci giysisiyle katılan, okul piyeslerinde rol alan, gezi kolunu yürüten bir öğrenci olmak bana büyük onur veriyordu. Atatürk İlkokulu’nda öğrenci olmanın tadını çıkarıyordum.
İçinden dere geçen ve o derenin üzerinde iki köprüsü olan bir okul bahçesi. Hele okulun bir de “Zeytinli Bahçesi vardı ya onu da hiç unutmam. Uzuneşek, birdirbir gibi oyunları oynadığımız, orayı çocuk parkına çevirdiğimiz bir alan. Şimdi ne zeytin kaldı ne de bahçe. Zamana yenik düştü.
İlkokuldan sonra ortaokul. Ortaokul öğrenciliği ilkokul öğrenciliğinden çok farklı. Her derse farklı bir öğretmen. Her öğretmenin huyu ayrı suyu ayrı. Kimisi sert, acımadan tokat atar, kimisi de daha hoşgörülü, Notu çok kıt olan var, kıt olmayan var. Yazılı sınavda kopya çektirmemek için büyük enerji tüketen öğretmenler var, sınavda bu enerjiyi idareli kullananlar var. Her öğretmenin bıyığına ayrı bir tarak vurmak zorundaydık.
İzmir’de ablamın yanında ortaokula başlamak öyle kolay olmadı Büyük bir kent, Anamur’a hiç benzemiyor. Yaşam biçimi, alışkanlıkları çok değişik. Okula da kolay alışamadım, çünkü öğretmenlerin yaklaşımı, yeni arkadaşların huyu, beni epeyce zorladı. “Bilirsen geçersin bilemezsen kalırsın” anlayışı bana kök söktürdü. Sonradan alıştım, çok şeye alıştım. İzmir’de okul önünde satılan midye dolmasına, adına gevrek dedikleri simite, bir de Konak Meydanı’nda balıkçıların sattığı uskumru balığına.
Körfez dalgalarının bahçe duvarına çarptığı İzmir Karataş Erkek Ortaokulu orta öğretime attığım ilk adımdı, Okul adı üstünde hiç kız öğrenci yoktu. Bana biraz tuhaf geldi. İzmir’in futbol takımlarını da orada öğrendim. Altınordu, Göztepe, Karşıyaka Altay. Bir sabah Göztepe’nin galibiyetini sevinç çığlıklarıyla kutlayan arkadaşlara uydum. Bedelini grup olarak yediğimiz dayakla ödedik. Yani orta öğretimde ilk dayağımı İzmir’de yedim.
Dürüst olmak iyi bir şey. Bunu okul yanındaki bir bakkal amcadan öğrendim. Birinci dönem bitmiş ikinci döneme başladığımız ilk gündü. Okula girmeden önce bakkala gittim, bir şişe gazoz istedim. Verdi. Ben gazozumu içerken karnende zayıfın var mı diye sordu. Evet iki zayıfım var dedim. Yalan söylemediğim için benden gazoz parası almayacağını söyledi. Sevinemedim. Çünkü ben yalan söylemiştim. İki değil beş zayıfım vardı. Beş zayıfım var demeye utanmıştım. Bedava gazozu hakketmiyordum. Kendimi topladım itiraf ettim, benim iki değil beş zayıfım var dedim. Parayı uzattım. Bakkal güldü ve al sana bedava bir gazoz daha, doğruyu söylediğin için dedi, Dürüst olmanın iyi bir şey olduğunu bir bakkal amcadan öğrendim.
Ve yeni bir sayfa, yeni bir kent. Mersin. Bizim en az 200 km ötedeki ilimiz. Tevfik Sırrı Gür burada 1941-1947 yılları arasında valilik yapmış. Mersin’e damga vurmuş. Yapımına katkılarından ötürü de liseye ve stadyuma ismi verilmiş. İsmi Mersin’le özdeşleşmiş. Lisede hem ortaokul hem de lise eğitimi var. İçinde sineması olan bir okul. O yıllarda Anamur’da, Bozyazı’da lise yok. Ortaokul mezunu bazı öğrenciler Mersine gelir, Tevfik Sırrı Gür Lisesi’ne kaydolur ve kiraladıkları tek odalı evlerde ilkel koşullarda yaşarlardı. Türker abimin de liseye kaydolmasıyla annem sıkıntı çekmeyelim diye kamu görevlisi babamı Anamur’da bırakarak Mersin’e taşındı. Burada yaşam güzeldi, yakın akrabalarım teyzelerim halalarım buradaydılar. Annemin yaptığı yemekler güzeldi, yatak güzeldi ama dersler zordu.
Abimin Alanya Lisesi’ne gitmesi ve annemin tekrar Anamur’a dönmesi öğrenciliğimde daha da zor dönemlerin başlamasıydı.
Kurbağanın dolaşım sistemini eksik çizdiğimden Tabiat Bilgisi dersinden kırık not aldım. Matematikte, Fizikte problemi çözdüğüm halde formülünü yazmadığım için tam not alamadım. Uzun atlamada 18 cm eksik atladığımdan Beden Eğitiminden bütünlemeye kaldım. Toparlanamadım. Yazılı sınavlar üstüme çöken kâbus gibiydi. Ya başaramazsam, ya kırık not alırsam. Bu durumda olan sadece ben değildim, benimle aynı sıkıntıyı çeken çok öğrenci vardı.
Eğer biz eğitimde öğrencinin ezberleme yetisini ölçen bir model yerine öğrencinin yaratma yeteneğini ve becerisini geliştiren bir model tercih etseydik sonuç bence çok farklı olurdu.
Bazı öğrenciler demiyleyim de birçok öğrenci sınavda kopya çeker, ya da çekmeye çalışır. Hem de cezası ağır olmasına rağmen. Neden? Yeterince çalışmadığından mı? Konuyu tam ezberleyemediğinden mi? Öğretmenin hoşgörüsünden mi? Bu nedenlerin hepsi mümkün ama bence en önemlisi öğrencinin ezber gücünü ölçmekten kaynaklanıyor. Bazı öğrencilerin öylesine ilginç kopya teknikleri var ki ancak özel yetenekle mümkün. Dedim ya eğitim öğrenci yeteneğini geliştirmeli.
Dersler zordu ama ders dışı yaşam güzeldi. Erkek öğrencilerin teneffüslerdeki ortak konusu Mersin İdman Yurdu’nun bu haftaki başarısıydı. Kalede kim durmalı, forvette kim oynamalı. Rakip takımın gücü, hakemin olası tavrı bir de stada parasız kaçak nasıl girileceği. Bunlar bizim ders dışı temel konularımızdı.
Mersin dışından gelen öğrencilerin önemli bir sorunu vardı. Banyo yapmak. Evler uygun değil. Ama çözüm var. Kent hamamları. Kadınlara ayrı saatte, erkeklere ayrı saatte. Sözleşiriz aynı saatte aynı hamama gideriz. Peştamalımızı giyeriz. İçeri girdiğimizde çok sıcak bir hava, sıcak suyun buharından oluşmuş bir sis ve yıkananların çıkardığı yüksek sesle konuşmalar. Kurnanın başına otururuz başlarız hem yıkanmaya hem de sohbet etmeye. Hamam tasının kurnaya çarparak çıkardığı ses ortamın fon müziği gibiydi. Yıkanmanın en sonunda arkadaşımızın şakayla üzerimize döktüğü buz gibi soğuk su güzel Türkçemizin en kirlendiği anlardı.
Ders çalışmak öğrenci olmanın temel özelliği. Dersine iyi çalışmıyorsan iyi bir öğrenci olamıyorsun. Benim gibi Anamur’dan Bozyazı’dan gelen öğrencilerin evleri ders çalışmaya pek uygun değil. Nerede ders çalışacağız? Onun da çözümü var. Mersin Halkevi Kütüphanesi. Geniş bir alan, tertemiz. Üzeri kumaşlı ve camlı masalar. Bazı masalar büyük bazıları da tek kişilik. Duvarlarında kitaplar, yüzlerce binlerce. Ortam çok sessiz. Kütüphane görevlisi hanım sesimizi az yükseltirsek kalemini masaya vurur ve böylece biz sesimizin yüksek olduğunu anlardık. Sessizce ders çalışır problem çözerdik. Ama duvarlarda cam vitrinlerin içinde o kadar çok kitap dururken hemen de ders çalışılmaz ki… Gidersin kartoteks dolabına ,okumak istediğin kitabın adını ve numarasını alır görevliye verirsin. Az sonra o görevli hanım sana kitabı getirir. Başlarsın okumaya. Orhan Kemal’in “Eskici ve Oğulları” kitap okumada attığım ilk adımdı. “Baba Evi” ve “Avare yıllar” arkasından geldi. Olayların Çukurova’da geçmesi beni daha da sarmıştı. Benimkisi ders çalışmak mıydı kitap okumak mıydı karıştırdım gitti.
Saati üç liradan limanda kayıkla kürek çekerek gezmek, bisikletle Viranşehir’e gidip denize girmek, dönüşte yakın köylerden gelen sebze yüklü traktörlere asılarak gelmek Mersin’de öğrenci olmanın güzelliği gibiydi.
Ya sinemalı yaşama ne dersiniz! Güneş Sineması, Kurum Sineması, Kamer ve Gediz Sinemaları. Gündüz 1.30 matinesi, akşam 8.30 seansı. Afişlerde öylesine güzel filmler görüyorduk ki gitmesek olmazdı. Ya yazlık sinemalar, Lale Sineması, Şan Sineması, Kervan Sineması, zor öğrenciliğimin bana tesellisi gibiydiler.
Siz hiç sınıfta kaldınız mı? Ben kaldım. Hem de birkaç kere. Hele tek Tabiat Bilgisi’nden aldığım zayıf not bana bir sene kaybettirdi ya en çok ona yanarım. Ağlamaya başladım. Annem beni göğsüne yasladı, üzülme dedi, biraz daha çalışırsan başarırsın dedi. Hadi şimdi in aşağıya arkadaşlarınla oyna diye teselli etti. Anladım ki öğrencilik zor zanaat, annelik daha zor.
Tevfik Sırrı Gür Lisesi ortaokul son sınıf öğrencisiyim. Hava Astsubay Okulu giriş sınavını kazandım. Artık beyaz kordonlu mavi üniformamı giyip Anamur’da çevreme caka satacaktım. Noterde yüklenme senedim hazırlandı. Bakkal Bay Mehmet ve Hakkı Afacan (Şeker) bana kefil oldular. Rüyada gibiydim. Fakat o da ne? Sadece tek İngilizce dersinden geçer not alamayınca hayallerim tuzla buz oldu. Öğretmenlerimin anlayışına ihtiyacım olduğu bir dönemdi. Ama olmadı. Sınıfta kaldım.
Anamur’a döndüm. Çünkü sınıf tekrarı yok. O zamanki yönetmelik öyleydi. Bir sene boşta gezeceksin. İyi ama bir gün boşta gezersin. Beş gün boşta gezersin, sonra sıkılıyorsun. Babam gel seni elektrikçi yanına vereyim, elektrikçiliği öğrenirsin diye öneride bulundu. İyi fikirdi, Kabul ettim. Başladığım yeni işimde ustam harçlık ta veriyordu. Elektrikçiliği öğreniyordum, öğreniyordum ama… Aklım hep Mersin Tevfik Sırrı Gür de takıldığım İngilizce dersindeydi. O dersten geçmeliydim. Ortaokul mezunu olmalıydım. Kafaya taktım. Ne olursa olsun ben okumaya devam edeceğim. Liseye gideceğim. Üniversiteye gideceğim
Öğrenci olmak zor da olsa..!